Kadın
rüya görürken, bedeni terden sırılsıklam olmuştu. Uyandığında önce ensesine
yapışan saçlarını topladı. Yüzünü yıkadı, aynaya baktığında gözlerinin içinde
başka bir çift göz daha olduğunu düşündü yine. Ne zaman varlığını yerinden
oynatacak bir rüya görse aynada gözlerine bakardı. Yeşil gözlerinin içinde mavi
gözler vardı.
Rüyasında
yolculuğa çıktığını gördü kadın. Yürürken bir derenin önünde durdu, çantasından
kilden yapılmış bardağını çıkardı. Kahverengi kulpsuz bir bardaktı bu. Dereden
doldurduğu suyu içerken -ki içtiği en lezzetli su şüphesiz buydu- kadını bir
yılan soktu. İlk düşündüğü şey “zehir” oldu kadının. Zehri biri emmeli diyordu
yoksa öleceğim. Uzaklardan bir ses duydu. Ana Tanrıça’nın şefkatli sesiydi bu:
“Uyanman
gerek, uyanman gerek, uyanman gerek” dedi ses.
Uyandı
kadın. Gözlerinin içindeki bir çift mavi gözle ne yapacağını düşündü. Lütuf
muydu yoksa lanet mi? Bu ikilemleri daima yaşıyordu. Kötülüğün iyiliğin bir
uzantısı olduğunu ya da iyiliğin kötülüğün bir uzantısı olduğunu kabul
edemiyordu. Tanrı dünyayı iyilik ve kötülükle mayalamıştı. Maya tutmuş insan DÜNYAYA hayran olmuştu.
Kadın
kendi büyüsüne kapılmış süpürgesiz bir büyücüydü. Tanrı’nın işlerine karışmanın
bedeli gözünün içindeki gözlerdi. Sadece kendisinin görebildiği…
Kadın
yeşilin üstündeki mavi gözlerini yumdu. Rüyalarından özgürleşmek istedi. Ne
zamandır iki dünya arasında gidip gelmekten yorgun düşmüş bedenine iyi bir uyku
vermek istedi. Bunu düşündüğü an aynı sesi duydu.
“Uyanman
gerek” diyordu ses.
Ses, uykuya izin vermiyordu.
Büyülerini
topladı kadın. Yattığı yatağı devşirdi. Evinin kapısını sevgiyle kilitledi. Yolculuk
başlıyor diye düşündü. Yolun sevdiği tarafı da buydu. Yürümek.
Yürürken
içi rahattı. Ses onun güvencesiydi.
Adım
atmanın serinliğinde ormana giriş yaptı. Onu her zamanki gibi yılanlar
karşıladı…
NAZLI AKIN